Bir ay gecikmeli de olsa izledim Kelebeğin Rüyası'nı. Yılmaz Erdoğan'ın, Muzaffer Tayyip Uslu ve Rüştü Onur'un anısını yaşatmak adına çabası takdir edilesi. Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu'yu ve şiirlerini biraz da popüler kültür yardımıyla da olsa yeni kuşakların tanıması, bu iki gencecik şairin verdiği uğraşların yıllar sonra da olsa karşılığını bulması demek aslında. Yılmaz Erdoğan'ın şiirle olan bağı şiirsellik anlamında filmlerine yansımıştır hep. Bu filmle ise, sanki şiire olan borcunu ödemek istemiş Erdoğan.
Filmin konusuna baktığımızda, Muzaffer Tayyip ve Rüştü Onur'un yaşam öykülerine büyük oranda sadık kaldığını, Suzan'ın öyküsünün kurmaca unsur olarak öyküye eklendiğini görüyoruz. Filmin şiirselliği üzerine çok şey yazılıp çizildi, hatta bazı edebiyatçıların Yılmaz Erdoğan'a , şair kimliğine ve filmdeki bazı detaylara yönelik ağır eleştirilerde bulunduğunu yazdı gazeteler. Bununla birlikte filmde çok önemli bir ayrıntı daha var ki, o da filmin açılış sahnesinden başlayarak, dönemi yansıtan öğelerin taraflı bir bakış açısıyla beyaz perdeye yansıtıldığını görüyoruz.
Mükellefiyet Kanunu, büyük savaşlardan henüz çıkmış ve yeni kurulmuş bir ülkenin, ayakta kalmak ve dışarı bağımlı olmamak adına aldığı önemli kararlardan biridir. Uygulamanın doğruluğu ya da yanlışlığını tartışmıyorum. Ancak 2013 penceresinden, 1940'ların koşullarını anlatmak, ilk çekilen sinema filmini, akıllı telefonlar ve tabletlerin içinde doğan bir çocuk ya da gence dijital bir televizyonda izlettirmek gibi birşey. Filmin daha ilk karesinden zincirli mahkumların Nazi Toplama Kampı'na gidiyormuş izlenimi verilerek madene gidişini göstermek taraflı bir anlatımdan başka birşey değildir. Dönemi okumayan ve bilmeyenlerin göreceği, salt ekrana yansıyandır. Verilmek istenilendir, gerçek değil.
Dünya Şiir Günü'ne yaklaşırken Behçet Necatigil, Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu'nun anısına saygıyla...