29 Eylül, 2011

Yirmi kısa mesajlık çok kısa bir öykü














Müzikçalarımda Tom Waits çalıyordu ve ben, sözcüklerle kendime işkence etmeyi sürdürüyordum. Kitaplardaki sözcükler, şarkılardaki sözcükler, aklımdakiler ve henüz tomurcuk olanlar. Açmaya başladılar mı öyle yavaş yavaş değil, sıcağa maruz bırakılmış mısır taneleri gibi ara vermeden, ardarda. Böyle zamanlarda parmaklarımı aklımla yatıştırmak, ellerimdeki ağrıyı hissedene kadar sözcükleri, aklımdan bulabildiğim yere, kağıt ya da kalem yoksa telefonuma kısa mesaj taslakları halinde akıtıverek. Bugün daha bir özel sanki, kaç zamandır çöl misaliyim, yalvardım geri getirmesi için ama çözüm bende değil, ondaydı hatta yoksunluğumdaydı. Nicedir elime almadığım ama yanımdan da ayırmadığım not defterimi çıkarıp elyazısını özenle sakladığım sayfayı açtım. Parmak uçlarımı elyazısına bastırdım, parmaklarım zonklayıncaya kadar bastırdım. Bastırdıkça, sözcükler gözyaşlarımla kanıma karıştı, sonra tekrar yanaklarımdan süzülüp hayat buldular. Yolunu buldum, diye düşündüm. C.B’nin dediği gibi yazmaktan başka çarem yoktu ve ben parmak uçlarımdaki kanamayı ancak sözcüklerle durdurabilirdim. "Aynı parçayı tekrar çal", hatta durmadan çal" komutunu önceden verdiğim müzikçalarım, Tom Waits’i ısrarla çalmayı sürdürüyor,  elyazısına olanca gücümle bastırdığım parmak uçlarım çölün ortasındaki vaha gibi yazdıkça nefes almayı sürdürüyordu. Evet, yazmaktan başka çare yoktu.

28 Eylül, 395