20 Ekim, 2010

SOKAK



Adam
Yaşını gizlemek için giydiği
Krem takım elbisesindeki
Kırışıklar eleveriyordu
Adamın yaşını
Genç Kız
Güzel yüzünün
Albenisine kapılmış
Vitrinlerin camlarından
Kendini seyrede seyrede
Salınarak yürüyor
Henüz yirmilerindeki genç kadın
Anne
Oğluyla birlikte büyüdü
Elinden tutup hergün
Kimsenin bilmediği
Yerden gelip kimsenin bilmediği
Yöne giden üzgün bakışlı
Küçük kadın
Çocuklar
Aklın sınırlarını
Sabırla sınıyor her sabah
Durakta bekleyen
Güneşin aydan olma
Yitik çocukları
Zaman
Lodosa karışıp gidiyor
Bir martının kanadında zaman
Ağaçlar
Şiirle büyür ağaçlar
Aşkla büyür
Kimse bilmez bunu
Sokakların tanığı
Ağaçlar kadar
Bilmez kimse
Şiirle büyür ağaçlar
Sokak
Aynası ait olduğunun

aysenarin
2008 İzmir-İstanbul
(Düşle Edebiyat Dergisi, Ekim-2008)
http://www.dusle.com/icerik/index.php?p=89&kt=1&es=7

18 Ekim, 2010

Fazıl Say'ın Veda Yazısı -Resital-

Fazıl Say'ın veda yazısını paylaşmak istedim. Çünkü o karşı duruşuyla veda etmeyi haketmiyor bana göre. Kendini 2. Cumhuriyetçi diye tanımlayan popülist, taraftar medya mensuplarının yapması gereken şeyi Fazıl Say yapıyorsa bu ülkede, soru işaretinin doğru yere konması gerekiyor.













Resital
Sabah kalkarsın.Hava Alanı'na gidersin "Check-in" ve "Pasaport Kontrolü"nden geçip, telaşlı bir "airport-cafe" de hızlı bir kahve içersin Uçağa binersin Bir kaç saat sonra indiğinde başka dilin konuşulduğu bir ülkede, başka bir iklimde, yine pasaport kontrolünden geçersin.Bavulunu beklersin Sonra arabayla otele geçersin Öğlen yemeğini yalnız yer, bir iki saat kafa dinlersin Akşamüstü 5 gibi Konser Salonuna geçersin Hiç bilmediğin bir piyanoya 1-2 saat içinde alışmaya çalışırsın Orada iki insan vardır Akortçu ve ışıkçı.. Tanımadığın adamlardır Onlarla genelde, "merhaba nasılsınız?" gibisinden 5-6 kelime konuşulur Bu zaten o gün konuşulan ilk kelimelerdir Saat 7 ile 8 arası kulis odasında meditatif bir "içine dalma"ya geçersin, konsantre olmaya... Saat tam 8 de (daha doğrusu o hep sekizi üç geçedir, beş geçedir) sen karanlık "backstage" de hazırsındır. Salonda da seni dinleyecek olan 2500 kişi sessiz ve hazırdır. Işıklar kısıldığında, Yürümeye başlarsın, piyanoya doğru. O konser senin, sana vereceğin bir konserdir, bir iç hesaplaşmadır, yapmak istediklerin, yapabileceklerin, o gün o şartlarda yapabileceğin şeylerdir. Uzun ve saygıyla selam verirken, son 7 yıldır kendine seslendiğin gibi, bir dua okur gibi seslenirsin "konser saygını" kendine; Saygıyla eğil. Uzun uzun, saygıyla... Sevgiyle... içtenlikle... Bu güzel insanlara iç sesini sunmaya geldin. Onlar da dinlemeye geldi.. İçine çek onları.. En derininden hissedecek kadar içine çek. İyiyi hisset.. Ve.... Başlar konser Çalan sensin, dinleyen sensin, değerlen diren sensin, eleştiren sensindir Müzik her şeydir İnsan da ilhamdır! Orda ön sırada oturan 7 yaşındaki papyonlu bir oğlan çocuğu, seni ateşlemiştir Müzik ona hitap etmelidir, o eğlenmelidir o sırada çalan Mozart ile, o velet anlamalıdır müziğin dilini, Evrendeki tek ortak dili. Haz duymalıdır, dikkatini çekmelisindir onun, anlaması, haz duyabilmesi için. Yahut, yukarı balkonda oturan genç kadın... Ya da 4.sırada dikkatle dinleyen o yaşlı dede... Kim bilir ne anılara dalmaktadır hayatının bu son yıllarında Mozart'ın seslerini dinlerken?.. 1942deki ilk aşk? 1955de Annesini yitirişi? 1963 deki düğünü? Bir tatil kasabasında başka bir kadına platonik bir biçimde aşık olması? 1996da eşini kaybetmesi? O anılara sen de katılmalısındır, Mozart eşliğinde... Ludwig van Beethoven'dan "yaşam mücadelesi" dolu bir sonat gelir ardından belki... Belki o gün Prokofief'in "savaş sonatı" vardır programda, Ve sen, ne yapıp edip 2. Dünya Savaşı trajedisine dalmalısındır o müzik eşliğinde.. Ya da Liszt'in Si minör sonatı vardır programda; Faust ile Mephistopheles arasında... önünde koca bir Orkestra, gerçek piyanonun çok ötesinde, bir Wagner Operası hayal alemine dalmalısındır.. İnsan içini dinlemelidir, her ne çalarsa çalsın. İç zengindir... Trombonların öfkeli emirleri, trompetlerin dramatik sinyalleri, geniş bir yaylı sazlar topluluğun sessiz ve hazin tınısı kaplar ortalığı... Hepsi tek gerçektir, piyano sesinin yok olduğu bu orkestrada.. . Kendi memleketinden bir tutam toprak gibi gelir "Aşık Veysel anısına Kara toprak" o konserin sonlarında.. Bir "nostalji" gibidir o. Neredeysen o an, "ses yollamacadır" Anadolu’ya.. Uzaklardan. .. Konser bitiminde (güzelse her şey) uzun uzun ayakta alkışlanılırsın... O anlar artık daha çok kendinle konuştuğun anlardır. "Bu seyirciye şöyle bir bis parçası çalarsam hoşlanacaklar herhalde" gib i bir neşe sarar. Aklından geçirirsin "ne çalsam iyi gider?" diye.... Bir egodur o, bir zafer sarhoşluğudur. "Hak edilmemiş" değildir ama... Yürüyüşler selam verişler daha bir enerji doludur, daha bir atiktir. Kazanılmış olan motivasyonun etkisiyle, çalış da daha özgürdür artık bu konserin sonlarında... Konserden sonra CD imzalarsın tebrikleri kabul edersin. Ve hemen ardından sen ve 2500 kişiden arda kalan yine salt sensindir, yalnızlığındır. O akşam ağzından çıkmış olan kelime sayısı 20-30 olmuştur belki; danke, thanks, merci, grazie, arigato, sağolun, vs... Bir dilde teşekkür etmişsindir kutlayanlara, tek kelime ile... Ertesi sabah bu konser ile ilgili çıkan övgü dolu yazıların çıktığı gazetelerin , henüz bayilere ulaşmadığı bir tan vakti, sen yine havaalanındası ndır. 2500 insanın her biri geride kalmıştır. Onların dostlarına anlattıklarıyla, vesairesiyle; her şey sensiz gelişecektir. Sen o şehirdeki bir cafe'de b ir bar'da oturup o insanların hiç biriyle tanışamayacaksındır. . Çaldığın konserini tartışamayacaksındır. Sen havaalanında o sırada soğuk su ile traş oluyorsundur, saçını tarıyorsundur. Ve şunun çok benzeri bir başka gün seni beklemektedir. Metin Altıok'un Bingöl'deyken yazdığı serzeniş şiiri gibi; Ay dokundu omzuma irkildim Göğün puslu balkonunda Birdenbire insanları özledim. Ve 20-25 gün sonra... Bir gece karanlığında ayrılmış olduğun evine geri döndüğünde (100.000 insana müzik dinletmiş olarak)... İçin yorgundur ama mutludur aslında... 100.000 insanın hiçbirinin adını bilmiyorsundur ama o enerjiyi biliyorsundur. . Evrene insanların yaydığı iyi olan enerjiyi... Evde geri kalan; kızın ve sensindir tek ge rçek olan geri kalan... Ve en yakınlarındır, dostlarındır.. . ...................


Marjinal yazarlar... Siz kazandınız Lütfen siz kazanın. Lütfen benimle uğraşmayın. Ve ebediyyen siz kazanın.... Tamam, ben giderim uzak bir yere (gözden uzak) (uzaya gidemem kızımdan da ayrılamam ama siz beni görmezsiniz merak etmeyin) giderim..

Ben son 6 yıl içinde;
• 2 büyük oratoryo
• 2 büyük senfonik eser
• 1 keman konçertosu
• 2 piyano konçertosu
• 5 solo piyano eseri
• 1 bale müziği
• 2 Bach uyarlaması
• 4 film müziği
• 1 tiyatro müziği bestelemiş olsam da, HİÇ MÜHİM DEĞİL SİZİN İÇİN

Bu son 6 yılda; dünya üzeri 42 memlekette 326 şehirde konserler verdim. Yaklaşık 700 konser. HİÇ MÜHİM DEĞİL SİZİN İÇİN Bu 6 yılda;

• 10 CD
• 2 DVD
• 12 NOTA piyasaya sunduk. HİÇ MÜHİM DEĞİL SİZİN İÇİN Anlıyorum, yaptıklarım mühim değil. Hiç bir zaman "her görüşüme katılmalısınız" demedim. Tartışmaya hep açıktım. Hiç bir zaman hemfikir olmadığım insanlara saygısızlık yapmayı düşünmedim. Ama siz yaptınız. Adil değildiniz. Bir fikirde ayrı düşünüyorduk siz kökünü kazımaya kalktınız her seferinde. Ama hiç bir zaman kendi içsesimden vazgeçmedim. Doğru bulduğum doğrumdu, yanlış bulduğum yanlıştı. Yanlışı ben yaptıysam da hatamı anladığım gün düzelttim. Anladık, değersiziz. Sizin değer anlayışınızı anlamadım ama, ben değersizim o anlayışa göre, onu anladım. ... İmkanı yoktur bazı kusurlarımı affetmenizin. Affedicilik de değil, "kabul" etmenizin, "lütfetmenizin" imkanı yoktur... Zamanında hatalarım olmuş onları düzelttiysem, bu da doğru değildir sizce... İmkanı yoktur.. Falanca arabeskçiyi kültürlü olarak görmüyorumdur, asla affetmezsiniz. Aziz Nesin haklıdır derim, bütün hayatıma sataşırsınız. Gençleri klasik müzikle tanıştırmak için Mercan Dede ile beraber konser veririm, "hayatı boyunca popülist" dersiniz. "Din sömürüsü aldı başını gitti" derim, ölüm fermanımı vermediğiniz kalır. Konuşmayız, "Konuşmaz o korkak" dersiniz. Konuşuruz, "Konuşmak senin ne haddine, işine bak sen" dersiniz. Beethoven ,deriz, "Git Beethoven'ın ülkesinde yaşa" dersiniz. Git... Popülist... Korkak... Ne haddine... Git... Hep bunlar... Hiç bir yolu yoktur... Sizler facebook da 130 grup kurdunuz (fazıl say gitsin vsdiye). Ekşi-sözlükte yazılar yazdınız Google'ı doldurdunuz Yahoo'da gruplaştınız, gazete haberlerinin altına yorumlar yazdınız. Almanya'da yılın müzisyeni seçildiğimin haberinin altına bile döşendiniz hakaretlerinizle. .. Her yerde sizler varsınız. Ve sizler ne yaptınız hayatta, bilmiyorum, sormuyorum, düşünmüyorum, nefret etmiyorum, saygısızlık yapmıyorum. Ama siz bana yaptınız... Siz yarattınız bana en ağır haksızlıkları yapan bir kültür bakanını, Siz yarattınız, siz cesaretlendirdiniz marjinal köşe yazarlarını, Siz pislik attınız, çamur attınız, Hepsini siz yaptınız... İçinizde mesleki kıskananlar da oldu, Aranızda piyano çalanlar da oldu, Çalmayanlar da... Faşoları... Dincileri... Marjinalleri. .. 2.cumhuriyetç ileri... Avanak liberalleri. .. Ben hiç birinize tek bir kelime kötü bir şey söylememişken... Hepsini siz yaptınız.... Artık kazanın... Siz kazanınız.. Kazanınız ve bitsin.. Yeter ... İnsan çocukluğuna dönmek istiyor yaylım ateşi sırasında. Benim gerçek dostlarım bu yazıyı niye yazdığımı kimlere yazdığımı anlamıştır.

Fazıl SAY


14 Ekim, 2010

Buluşma






Selmin Barutcuoglu icin...


(gerçek anlatılardan)

İlhan Berk’in bir kitabı var elimde. Toplu Şiirler. Kitapta Selmin adı geçiyor, kim bilir hangi şiir. Başka Selmin tabii ama ben Selmin'i tanyıor gibiyim. Ben kitabın içinde bir deryada yeni adalara hatta yeni kıtalara yelken açmışken kapı çalıyor. Kapı çalıyor. Açıyorum, Selmin Hanım uğramış geçerken. Hoşgeldiniz, ne güzel sürpriz ben de tam şiir okuyordum diyorum. Sarılıyoruz. İçten, yürekten. İnsanların arasındaki yaş farkları değil fikir ayrılıklarını yaratan ve yaşatan. Kuşak çatışması, tamamen uydurma! Selmin Hanım’la aramızdaki otuzbeş yaş sadece kağıt üzerinde - ki o da nüfus kağıdı, yani içine doğduğumuz topluluğun bizim için uygun gördüğü bir etiket yalnızca, ne farkeder ki nüfus kağıdında kaç yaş yazdığı, nerede doğduğunuz, hangi dine ait olduğunuz, hangi mahalleye kayıtlı olduğunuz ya da hangi cinsiyetten olduğunuz? Ben altmışbeş o otuzbeş yaşında olsa ne farkeder? O aynı Selmin ben aynı ben oldukça. Ortak bir paydada buluştukça düşüncelerimiz ve yaşama sevincimiz, yaş ya da başka ölçütlerin hiçbir önemi yok. Yoktur. Olmamalı.
Tanıştırmayı unutmuş olmalıyım: Selmin Yiğit. Okuldan tiyatro öğretmenim. Yaşam eğitmenim. Onbeş yıl aradan sonra bir tesadüfle karşılaşıp o karşılaşmadan sonra aralıklarla da olsa görüşmeye devam ettik. Geçen onbeş yılda, okulun bitişiyle karşılaşmamıza kadar ben onu aramayı bırakmadım hiç aslında. Yaşamımda çok önemli izler bırakan birini nerede olsa bulmalı ve ona bunu anlatmalıydım. Herşeyi anlattım, karşılaştıktan sonra ilk görüşmemizde – ki bütün ekibin biraraya geldiği bir buluşmaydı bu- onun verdiği öğütlerin hiç aklımdan çıkmadığını hatta onlardan güç alıp yazmaya yeniden başladığımı anlattım ona. Üniversitede iki yıl boyunca bizi bambaşka bir dünyayla tanıştıran, yeni ufuklara yelken açtığımız tiyatro serüvenimizin ilk yılında bize tiyatroyu, tiyatroyla birlikte yaşamı öğreten Selmin Yiğit. O yıl, damarlarımızda durmak bilmeden akan nehirlere benzeyen heyecanlarımızın da etkisinden olsa gerek bizi sarıp sarmalayan tiyatro heyecanıyla atıyordu genç yüreklerimiz. İlk yıl hepimiz toy ama heyecanlıydık. Fakülte, yarışmalara hazırlanmak üzere bir gurup kurulacağını duyurduğunda, farklı sınıflar – kimimiz henüz çaylaktı okulda kimimiz ikinci yılında, kimimiz son senesindeydi okulun- ve farklı idealleri olan bizi biraraya getiren, ortak heyecanımız oldu. Oyun bulundu ama hiçbirimizin izleyici olmak ve ilgi duymak dışında tiyatro ile bir ilgisi olmamıştı. Bir bilene ihtiyacımız vardı.

Bir yönetmen ve tiyatro oyuncusu bir eğitmen bulundu. Hatta dekor, kostüm ve ışık bile usta tiyatrocular tarafından hazırlanacaktı. Bize kalan sadece oynamaktı. O yıl Selmin Hanım, tiyatroyla ilgili bildiği ve öğrendiği ne varsa bize anlattı. Eskrimden ses ve nefes eğitimine ve makyaja kadar herşeyi. Sabırla ve sevgiyle. Küçük bir çocuğu eğitir gibi. Biz sadece tiyatroyu çok seven gençlerdik o zaman. Oyunlardan ve derslerden arta kalan zamanda evinde toplanır keyifli söyleşiler yapardık. Tiyatroyu, oyunlarını, yaşamını anlatırdı. Ve bizi, bize farkettirmeden yaşama hazırlardı. Sonra mezun olduk okuldan, kimimiz bir süre daha devam etti tiyatroya. Ama sonunda hepimiz ayrı rüzgarlarla savrulduk bambaşka yerlere. O günlerden aklımda kalan, neredeyse bir çocuğunkiyle eş ve endişesiz heyecanları, dinlerken insanı anlattığı konunun içine çekiveren inişli çıkışlı ve çok etkileyici sesi, denizle karşı komşu olduğu o zamanlar yaşadığı evde kapı kenarında duran gitarı, bazen anne, bazen bir abla sıcaklığı, kimi zaman da idealist bir öğretmen kararlılığı ve beni bütün olanlardan sonra yeniden yaşama döndüren hiç unutmadığım sözleri oldu: ”Yapmak istediğiniz hiçbirşeyi ertelemeyin çocuklar”
Ben bunları düşünürken o, kısa sürede iki katın merdivenlerini tırmanmış- asansöz kullanmazdı hiçbir zaman- kapının önüne ulaşmıştı bile. Kafamda düşünceler kapıyı açtım.
Kapıdan girer girmez şiirimi okuyorum ona. Gözlerinin içi parlıyor, yukarı doğru kaldırıyor kaşlarını. Dudağının kenarında bir gülümseme.

“Ne içersiniz” diyorum henüz oturmadan. Söylediklerimi duymadan “Çok güzel yazmışsın, aferin sana” diyor bir çocuğu tebrik eder gibi. Onun yanında ondokuz yaşındayım hala. Çocuğum şimdiye göre. Derin bir nefes alıp katılıyor bana. Şiiri okuyoruz. Sonra İlhan Berk’ten bir iki şiir. Yüksek sesle devam ediyor okumalarımız.
Ben tekrar sormadan bir kahve suyu kaynatıyorum ikimize. O okumaya devam ediyor. İlk kez okuduğundan vurgu denemeleri yapıyor zaman zaman. Duraksıyor kimi yerde, yineliyor dizeyi başka bir vurguyla.

Konservatuvar yıllarında vapura atlayışı geliyor aklıma. Anlatmıştı. Sonra New York'ta kayboluşu. O şiirimi heyecanla okumaya devam ediyor. “Bunu oyunlaştıralım diyor, ben oynarım! Nasıl olsa emekliyim artık, onlar beni emekliye ayırdı ama bir oyuncu emekli olmaz hiçbir zaman.” Anılarını anlatmasını rica ediyorum yeniden. Bir çocuğun annesine nazlanır gibi nazlanıyorum bunu yaparken. Bir de bakıyorum İstanbul'da vapurdayız, siyah beyaz yıllar. Boğazın suları masmavi siyah beyazlık içinde. Hatta daha bir mavi şimdiye göre. Bir genç kız koşuyor rıhtımda soluk soluğa. Topuklu ayakkabılarına aldırmadan var gücüyle koşuyor, o vapuru yakalamak zorunda. Konservatuvar’da ilk yılı. Hergün derse yetişmek için sabah yedi vapuruna yetişiyor, akşam da ders biter bitmez akşam yedi vapuruna yetişiyor. O gün ders biraz uzamış, Yedi vapuru karşıya geçen son vapur o yıllarda. Yetişmek zorunda. Ne pahasına olursa olsun yetişmeli. Vapur kıyıdan tam ayrıldığı o anda, Selmin atlıyor vapura, hiç düşünmeden. Çığlıklar, çığlıklar. Bütün yolcular dehşet içinde izliyor olanları. Genç kız vapura tutunmuş, vapuru durdurun kaptan! Genç bir subay uzanıyor ve yukarı çıkarıyor cesur kızı. Çığlıklar, çığlıklar. Alkışlar. Uzaklaşan vapurun arkasından atlayacak kadar cesur olmalı insan, Selmin kadar cesur.

Hiç ara vermeden, oğluna yaptığı ziyarette New York'ta kayboluşunu anlatıyor. Bir akşam üzeri New York'ta buluyorum kendimi, bu kez daha yakın bir zaman. New York’ta ikinci günü. New York gökkuşağı gibi, bazı yerlerde karışıyor renkler. Ama güzel yine de. Akşam yemeğine kadar otelde beklemekten sıkıldığı için yürüyüşe çıkmış. Önce zamanın nasıl geçtiğini anlamıyor. Sonra bir anda karanlık düşmeye başlıyor sokaklara. Gölgeler kayboluyor. Birden bütün sokaklar birbirine benzemeye başlıyor. Otel nerdeydi, adı neydi? Saatler geçiyor. Gün geceye dönmüş. Gece almış yürümüş. Sonunda yardımla buluyor oteli. Yorgunluktan ayakta durmak mümkün değil ama ne oğluna ve gelinine ne de ilk kez göreceği torununa belli ediyor yorgunluğunu. Cıvıl cıvıl, kuşlar gibi.
New York'ta kaybolan yine o vapurun arkasından atlayan cesur Selmin. Hiç değişmemiş. Hiç değişmemiş. Şimdiki gibi. O vapura atladığı günkü gibi.
Anlattıkları bittiğinde ona bir şiir yazıyorum kendi sesinden. Oracıkta. Okuyor, gözlerinin içi bir çocuğunkiler kadar parlak ve elleri bir çocuğunki kadar heyecanlı. Gitarını getirmiş yanında. Kapının yanında duran kutuyu alıp çıkarıyor gitarını. Oldukça ilerlemiş çalmakta. Kırksekiz yaşındaydı çalmaya başladığında. Yıllar önce Selmin Hanım kendi evinde tanışmıştık o gitarla. Bizi tanıştırırken, kendisinin kırksekiz yaşında gitarla tanıştığını ve yaşamda hiçbirşeyi yapmak için geç olmadığını söylüyor bize. Gözlerinin içi parlıyor yine bunları anlatırken. Hayatta hiçbirşeyi yapmak için geç değildir çocuklar, diyor. Kaç yaşında olursanız olun, sakın yapmak istediklerinizi ertelmeyin.
Gitar beni hatırlıyor. Oysa ben onu hiç unutmamıştım ki! “Tellerin değişmiş” diyorum.
“Zaman” diyor gitar fa diyez tonunda. “Sadece zaman.”
Su kaynamış. Ben kahveleri getirdikten sonra salonun diğer köşesinde masanın başında oturmuş bir yandan elindeki kağıtlara hızla birşeyler karalayan İlhan Berk'le tanıştırıyorum Selmin Hanım’ı.
“Nasıl da farketmemişim” diyor telaşla. Orada mıydı biz konuşurken? “Evet” diyorum. “Bana geldiğinde daima o köşedeki masasına oturur- onun sandalyesidir bu, kimse oturmaz bu evde ondan başka.- Şiir yazar, karalamalar yapar. Eğilip bazılarını kendime sakladım” diyorum fısıltıyla. Gülüşüyoruz iki yaramaz kız çocuğu gibi. “Piponun dumanını evden atmak biraz zaman alıyor çok uzun süre kaldığında ama buna değer” diyorum. İlhan Berk başını kağıttan kaldırıp bize bakıyor. O eski zarif insanlara özgü ve şimdi çok karşılaşmadığımız bir şekilde nazikçe selamlaşıyor ve tanıştıklarına memnun olduklarını söylüyorlar birbirlerine. Selmin Hanım evine davet ediyor Berk'i. Heyecanını belli eden ses tonuyla “Eşim de çok mutlu olur” diyor. “Bekliyoruz İlhan Bey”Onlar konuşmasını bitirince ben izin istiyorum, yeni bir öyküye başlamalıyım diyerek. İhan Berk gülüyor, elinde piposu. Selmin Hanım, İlhan Berk'i evine bırakabileceğini söylüyor. Çıktıklarında yağmur başlıyor.

Ben yeni bir öyküye başlıyorum yağan yağmuru durdurarak.

1 Ekim 2009
aysenarin

Adı Henüz Konmamış Bir Şiir


















Ne güzel kadeh tutuşun vardı senin
Ne güzel
Gözlerini dikişin öyle kadehe
Ve yudumlayışın şarabını
Benim kalem tutuşlarım gibi
Özenli ve sahiplenmiş
Ne güzel içerdin sen Saka Kuşu
Ne güzel içerdik biz seninle
Şiir gibi yudum yudum
Veda eder gibi yavaş yavaş
Bir bakardın ki sen öyle,
Hani,
çok eskiden bilir gibi birini
Ya da öykünür gibi sanki
Sokaktan geçen bir çocuğa

Bardağı tutuşun vardı sonra
Özlemiş gibi sımsıkı, özlemiş gibi içten
Masalar yerlebir, masalar yerlebir olurdu
-Hani bilirsin ya işte-
bir şiiri gürül gürül okur gibi
Senin gibi yani

Ne güzel kadeh tutuşun vardı senin
Ne güzel,
Şiir okur gibi sanki
Ve her bir dizenin üzerinden geçer gibi
Sözcük sözcük ve hece hece
Gecenin içinden geçer gibi keyifli
Ve sabahı bekler gibi sanki biraz telaş içinde
Bir gülüşün damlardı kadehe
Orta yerinde hem de, tam orta yerinde
Masalar yerlebir, yerlebir olurdu
-Bilirsin sen de-
çok eskiden yaşamış gibi sanki
Ve tamamlar gibi yarım kalanları o masada

Sen içerdin, ben seni özlerdim oracıkta
Kadeh tutuşunu özlerdim,
avuçlarımızda kırmızı bulutlar
Kumruları beslerdik Taksim’de
Ya da başka bir şehrin
Adı çok duyulmamış yerlerinde
Kumrulara içerdik, oracıkta
O masada,
Beslediğimiz umutlara içerdik
Umutla,
umutla içerdik biz seninle
Ve geçerdik o masada bütün acılardan

Ne güzel kadeh tutuşun vardı senin Saka Kuşu
Yaşamaya alışır gibi
Ne güzel

Ekim,
 

Yeniden Başlamak

Arada çok şey var yazacak. Çok zaman geçmişti aradan. Ama şimdi yeniden, yeniden başlıyor gösteri...

Bir şiirle başlamak gerek...

Buyurun, buyurun siz de gelin içeri...