Selmin Barutcuoglu icin...
(gerçek anlatılardan)
İlhan Berk’in bir kitabı var elimde. Toplu Şiirler. Kitapta Selmin adı geçiyor, kim bilir hangi şiir. Başka Selmin tabii ama ben Selmin'i tanyıor gibiyim. Ben kitabın içinde bir deryada yeni adalara hatta yeni kıtalara yelken açmışken kapı çalıyor. Kapı çalıyor. Açıyorum, Selmin Hanım uğramış geçerken. Hoşgeldiniz, ne güzel sürpriz ben de tam şiir okuyordum diyorum. Sarılıyoruz. İçten, yürekten. İnsanların arasındaki yaş farkları değil fikir ayrılıklarını yaratan ve yaşatan. Kuşak çatışması, tamamen uydurma! Selmin Hanım’la aramızdaki otuzbeş yaş sadece kağıt üzerinde - ki o da nüfus kağıdı, yani içine doğduğumuz topluluğun bizim için uygun gördüğü bir etiket yalnızca, ne farkeder ki nüfus kağıdında kaç yaş yazdığı, nerede doğduğunuz, hangi dine ait olduğunuz, hangi mahalleye kayıtlı olduğunuz ya da hangi cinsiyetten olduğunuz? Ben altmışbeş o otuzbeş yaşında olsa ne farkeder? O aynı Selmin ben aynı ben oldukça. Ortak bir paydada buluştukça düşüncelerimiz ve yaşama sevincimiz, yaş ya da başka ölçütlerin hiçbir önemi yok. Yoktur. Olmamalı.
Tanıştırmayı unutmuş olmalıyım: Selmin Yiğit. Okuldan tiyatro öğretmenim. Yaşam eğitmenim. Onbeş yıl aradan sonra bir tesadüfle karşılaşıp o karşılaşmadan sonra aralıklarla da olsa görüşmeye devam ettik. Geçen onbeş yılda, okulun bitişiyle karşılaşmamıza kadar ben onu aramayı bırakmadım hiç aslında. Yaşamımda çok önemli izler bırakan birini nerede olsa bulmalı ve ona bunu anlatmalıydım. Herşeyi anlattım, karşılaştıktan sonra ilk görüşmemizde – ki bütün ekibin biraraya geldiği bir buluşmaydı bu- onun verdiği öğütlerin hiç aklımdan çıkmadığını hatta onlardan güç alıp yazmaya yeniden başladığımı anlattım ona. Üniversitede iki yıl boyunca bizi bambaşka bir dünyayla tanıştıran, yeni ufuklara yelken açtığımız tiyatro serüvenimizin ilk yılında bize tiyatroyu, tiyatroyla birlikte yaşamı öğreten Selmin Yiğit. O yıl, damarlarımızda durmak bilmeden akan nehirlere benzeyen heyecanlarımızın da etkisinden olsa gerek bizi sarıp sarmalayan tiyatro heyecanıyla atıyordu genç yüreklerimiz. İlk yıl hepimiz toy ama heyecanlıydık. Fakülte, yarışmalara hazırlanmak üzere bir gurup kurulacağını duyurduğunda, farklı sınıflar – kimimiz henüz çaylaktı okulda kimimiz ikinci yılında, kimimiz son senesindeydi okulun- ve farklı idealleri olan bizi biraraya getiren, ortak heyecanımız oldu. Oyun bulundu ama hiçbirimizin izleyici olmak ve ilgi duymak dışında tiyatro ile bir ilgisi olmamıştı. Bir bilene ihtiyacımız vardı.
Bir yönetmen ve tiyatro oyuncusu bir eğitmen bulundu. Hatta dekor, kostüm ve ışık bile usta tiyatrocular tarafından hazırlanacaktı. Bize kalan sadece oynamaktı. O yıl Selmin Hanım, tiyatroyla ilgili bildiği ve öğrendiği ne varsa bize anlattı. Eskrimden ses ve nefes eğitimine ve makyaja kadar herşeyi. Sabırla ve sevgiyle. Küçük bir çocuğu eğitir gibi. Biz sadece tiyatroyu çok seven gençlerdik o zaman. Oyunlardan ve derslerden arta kalan zamanda evinde toplanır keyifli söyleşiler yapardık. Tiyatroyu, oyunlarını, yaşamını anlatırdı. Ve bizi, bize farkettirmeden yaşama hazırlardı. Sonra mezun olduk okuldan, kimimiz bir süre daha devam etti tiyatroya. Ama sonunda hepimiz ayrı rüzgarlarla savrulduk bambaşka yerlere. O günlerden aklımda kalan, neredeyse bir çocuğunkiyle eş ve endişesiz heyecanları, dinlerken insanı anlattığı konunun içine çekiveren inişli çıkışlı ve çok etkileyici sesi, denizle karşı komşu olduğu o zamanlar yaşadığı evde kapı kenarında duran gitarı, bazen anne, bazen bir abla sıcaklığı, kimi zaman da idealist bir öğretmen kararlılığı ve beni bütün olanlardan sonra yeniden yaşama döndüren hiç unutmadığım sözleri oldu: ”Yapmak istediğiniz hiçbirşeyi ertelemeyin çocuklar”
Ben bunları düşünürken o, kısa sürede iki katın merdivenlerini tırmanmış- asansöz kullanmazdı hiçbir zaman- kapının önüne ulaşmıştı bile. Kafamda düşünceler kapıyı açtım.
Kapıdan girer girmez şiirimi okuyorum ona. Gözlerinin içi parlıyor, yukarı doğru kaldırıyor kaşlarını. Dudağının kenarında bir gülümseme.
“Ne içersiniz” diyorum henüz oturmadan. Söylediklerimi duymadan “Çok güzel yazmışsın, aferin sana” diyor bir çocuğu tebrik eder gibi. Onun yanında ondokuz yaşındayım hala. Çocuğum şimdiye göre. Derin bir nefes alıp katılıyor bana. Şiiri okuyoruz. Sonra İlhan Berk’ten bir iki şiir. Yüksek sesle devam ediyor okumalarımız.
Ben tekrar sormadan bir kahve suyu kaynatıyorum ikimize. O okumaya devam ediyor. İlk kez okuduğundan vurgu denemeleri yapıyor zaman zaman. Duraksıyor kimi yerde, yineliyor dizeyi başka bir vurguyla.
Konservatuvar yıllarında vapura atlayışı geliyor aklıma. Anlatmıştı. Sonra New York'ta kayboluşu. O şiirimi heyecanla okumaya devam ediyor. “Bunu oyunlaştıralım diyor, ben oynarım! Nasıl olsa emekliyim artık, onlar beni emekliye ayırdı ama bir oyuncu emekli olmaz hiçbir zaman.” Anılarını anlatmasını rica ediyorum yeniden. Bir çocuğun annesine nazlanır gibi nazlanıyorum bunu yaparken. Bir de bakıyorum İstanbul'da vapurdayız, siyah beyaz yıllar. Boğazın suları masmavi siyah beyazlık içinde. Hatta daha bir mavi şimdiye göre. Bir genç kız koşuyor rıhtımda soluk soluğa. Topuklu ayakkabılarına aldırmadan var gücüyle koşuyor, o vapuru yakalamak zorunda. Konservatuvar’da ilk yılı. Hergün derse yetişmek için sabah yedi vapuruna yetişiyor, akşam da ders biter bitmez akşam yedi vapuruna yetişiyor. O gün ders biraz uzamış, Yedi vapuru karşıya geçen son vapur o yıllarda. Yetişmek zorunda. Ne pahasına olursa olsun yetişmeli. Vapur kıyıdan tam ayrıldığı o anda, Selmin atlıyor vapura, hiç düşünmeden. Çığlıklar, çığlıklar. Bütün yolcular dehşet içinde izliyor olanları. Genç kız vapura tutunmuş, vapuru durdurun kaptan! Genç bir subay uzanıyor ve yukarı çıkarıyor cesur kızı. Çığlıklar, çığlıklar. Alkışlar. Uzaklaşan vapurun arkasından atlayacak kadar cesur olmalı insan, Selmin kadar cesur.
Hiç ara vermeden, oğluna yaptığı ziyarette New York'ta kayboluşunu anlatıyor. Bir akşam üzeri New York'ta buluyorum kendimi, bu kez daha yakın bir zaman. New York’ta ikinci günü. New York gökkuşağı gibi, bazı yerlerde karışıyor renkler. Ama güzel yine de. Akşam yemeğine kadar otelde beklemekten sıkıldığı için yürüyüşe çıkmış. Önce zamanın nasıl geçtiğini anlamıyor. Sonra bir anda karanlık düşmeye başlıyor sokaklara. Gölgeler kayboluyor. Birden bütün sokaklar birbirine benzemeye başlıyor. Otel nerdeydi, adı neydi? Saatler geçiyor. Gün geceye dönmüş. Gece almış yürümüş. Sonunda yardımla buluyor oteli. Yorgunluktan ayakta durmak mümkün değil ama ne oğluna ve gelinine ne de ilk kez göreceği torununa belli ediyor yorgunluğunu. Cıvıl cıvıl, kuşlar gibi.
New York'ta kaybolan yine o vapurun arkasından atlayan cesur Selmin. Hiç değişmemiş. Hiç değişmemiş. Şimdiki gibi. O vapura atladığı günkü gibi.
Anlattıkları bittiğinde ona bir şiir yazıyorum kendi sesinden. Oracıkta. Okuyor, gözlerinin içi bir çocuğunkiler kadar parlak ve elleri bir çocuğunki kadar heyecanlı. Gitarını getirmiş yanında. Kapının yanında duran kutuyu alıp çıkarıyor gitarını. Oldukça ilerlemiş çalmakta. Kırksekiz yaşındaydı çalmaya başladığında. Yıllar önce Selmin Hanım kendi evinde tanışmıştık o gitarla. Bizi tanıştırırken, kendisinin kırksekiz yaşında gitarla tanıştığını ve yaşamda hiçbirşeyi yapmak için geç olmadığını söylüyor bize. Gözlerinin içi parlıyor yine bunları anlatırken. Hayatta hiçbirşeyi yapmak için geç değildir çocuklar, diyor. Kaç yaşında olursanız olun, sakın yapmak istediklerinizi ertelmeyin.
Anlattıkları bittiğinde ona bir şiir yazıyorum kendi sesinden. Oracıkta. Okuyor, gözlerinin içi bir çocuğunkiler kadar parlak ve elleri bir çocuğunki kadar heyecanlı. Gitarını getirmiş yanında. Kapının yanında duran kutuyu alıp çıkarıyor gitarını. Oldukça ilerlemiş çalmakta. Kırksekiz yaşındaydı çalmaya başladığında. Yıllar önce Selmin Hanım kendi evinde tanışmıştık o gitarla. Bizi tanıştırırken, kendisinin kırksekiz yaşında gitarla tanıştığını ve yaşamda hiçbirşeyi yapmak için geç olmadığını söylüyor bize. Gözlerinin içi parlıyor yine bunları anlatırken. Hayatta hiçbirşeyi yapmak için geç değildir çocuklar, diyor. Kaç yaşında olursanız olun, sakın yapmak istediklerinizi ertelmeyin.
Gitar beni hatırlıyor. Oysa ben onu hiç unutmamıştım ki! “Tellerin değişmiş” diyorum.
“Zaman” diyor gitar fa diyez tonunda. “Sadece zaman.”
Su kaynamış. Ben kahveleri getirdikten sonra salonun diğer köşesinde masanın başında oturmuş bir yandan elindeki kağıtlara hızla birşeyler karalayan İlhan Berk'le tanıştırıyorum Selmin Hanım’ı.
“Zaman” diyor gitar fa diyez tonunda. “Sadece zaman.”
Su kaynamış. Ben kahveleri getirdikten sonra salonun diğer köşesinde masanın başında oturmuş bir yandan elindeki kağıtlara hızla birşeyler karalayan İlhan Berk'le tanıştırıyorum Selmin Hanım’ı.
“Nasıl da farketmemişim” diyor telaşla. Orada mıydı biz konuşurken? “Evet” diyorum. “Bana geldiğinde daima o köşedeki masasına oturur- onun sandalyesidir bu, kimse oturmaz bu evde ondan başka.- Şiir yazar, karalamalar yapar. Eğilip bazılarını kendime sakladım” diyorum fısıltıyla. Gülüşüyoruz iki yaramaz kız çocuğu gibi. “Piponun dumanını evden atmak biraz zaman alıyor çok uzun süre kaldığında ama buna değer” diyorum. İlhan Berk başını kağıttan kaldırıp bize bakıyor. O eski zarif insanlara özgü ve şimdi çok karşılaşmadığımız bir şekilde nazikçe selamlaşıyor ve tanıştıklarına memnun olduklarını söylüyorlar birbirlerine. Selmin Hanım evine davet ediyor Berk'i. Heyecanını belli eden ses tonuyla “Eşim de çok mutlu olur” diyor. “Bekliyoruz İlhan Bey”Onlar konuşmasını bitirince ben izin istiyorum, yeni bir öyküye başlamalıyım diyerek. İhan Berk gülüyor, elinde piposu. Selmin Hanım, İlhan Berk'i evine bırakabileceğini söylüyor. Çıktıklarında yağmur başlıyor.
Ben yeni bir öyküye başlıyorum yağan yağmuru durdurarak.
1 Ekim 2009
aysenarin