19 Kasım, 2011

Kadın

Cep telefonundan yazıldığı icin türkçe harfleri desteklemeyen bir yazı :

Su iki gunde tanik oldugum en kayda deger olay, postane duvar dibine oturmus sigarasini dev cakmagiyla yakan- itiraf etmeliyim ki oylesine buyuk bir cakmak gormemistim bundan once ve gerektiginde bir insanin butun anilarini atese verilebilir oyle bir cakmakla-yanina oylesine cokuverdigimde bir cirpida bana hayirsiz oglundan, annesinden ve parasi olsa cok uzaklara gitmek istediginden bahseden, belki ellilerinde ama yuz yasinin yorgunlugunu bir ceket gibi uzerinde tasiyan ve o ceketi ativerse sanki yeniden dogacakmis gibi, tam da omun dilegi gibi- yeniden dogacagimi bilsem- buradan binlerce kilometre uzakta dogmak isterdim diyordu, kufrediyordu herseye, herkese- belki kimilerine gore aklini yitirmis, bana gore yasamin tam merkezi o kadin olmalı

Zamanda

Cocuklugumdaki öğleden sonraları anımsatan bu cok tanıdık duygu, kanepede uzanmış sıcaktan gevşemiş bir halde biraz kestirirken, garip ve umutsuz bir duygunun icine girmişken üşüyorken kendiliğinden üzerime giydiğim bir giysi gibi sanki.

Dışardaki güneşli  ve soğuk hava, benim içimdeki karmasa, tedirginlik , umutsuzlukla mı birleştiğinde bu duygu ortaya çıkıyor? Güneş ve umutsuzluk nasıl bir çağrışım yapabiliyor ki anılarıma?
Mutsuz öğleden sonraların yıllar  sonraki çağrışımı, yeniden o anın içindeymiş hissini tetikleyen nedir? 

17 Kasım, 2011

Dönüşüm

Ağlayan bir kadın gördüm
Seni gördüğüm gibi düşümde
Her gece ve her gece
Hecelere sığmayan neydi,
Ağlayan bir kadın gördüm
Yanındaki bendim
Yanımdaki sen
Yillar sonra farkettim;
o resimdekileri ben,
cok sonraları düşümde görmüştüm
Seni gördüğüm gibi düşümde
Her gece ve her gece, hecelerce
-Gittiğinden beri-
Ağlayan kadinlara sordum
Görmediklerini doğruladılar
kimseyi ama kimseyi
Oysa ben,
Seni her gece düşümde gördüm
Gündüzü düş saydım, düşü gün
Ağlayan kadınlar şahit
Yanımdaki sendin
Yanindaki ben
Yillar sonra farkettim;
O resimdekileri ben,
Çok sonraları düşümde görmüştüm
Çocukluktan kalma bir düştü sanki
Ağlıyordu kadınlar
Seni gördüğüm gibi düşümde

04 Ekim, 2011

Güvercin Durağı

güvercin durağında
kuşlara yem atan adamın neşesiyim ben
pazartesi telaşı
duraktaki sevgili çift
akşama seninle buluşma telaşıyım
güvercin durağında
bir ekim öğleden sonra
sensiz pazarların hemen sonrasıyım

her pazartesi akşamı
buluşuyoruz seninle
sen bilmiyorsun, kimse bilmiyor
siirler okuyoruz
güvercin durağında
bütün bir ömrümüz geçiyor
- ki bir güne sığar kimi zaman bütün bir ömür-
oracıkta yeniden doğuyoruz

29 Eylül, 2011

Yirmi kısa mesajlık çok kısa bir öykü














Müzikçalarımda Tom Waits çalıyordu ve ben, sözcüklerle kendime işkence etmeyi sürdürüyordum. Kitaplardaki sözcükler, şarkılardaki sözcükler, aklımdakiler ve henüz tomurcuk olanlar. Açmaya başladılar mı öyle yavaş yavaş değil, sıcağa maruz bırakılmış mısır taneleri gibi ara vermeden, ardarda. Böyle zamanlarda parmaklarımı aklımla yatıştırmak, ellerimdeki ağrıyı hissedene kadar sözcükleri, aklımdan bulabildiğim yere, kağıt ya da kalem yoksa telefonuma kısa mesaj taslakları halinde akıtıverek. Bugün daha bir özel sanki, kaç zamandır çöl misaliyim, yalvardım geri getirmesi için ama çözüm bende değil, ondaydı hatta yoksunluğumdaydı. Nicedir elime almadığım ama yanımdan da ayırmadığım not defterimi çıkarıp elyazısını özenle sakladığım sayfayı açtım. Parmak uçlarımı elyazısına bastırdım, parmaklarım zonklayıncaya kadar bastırdım. Bastırdıkça, sözcükler gözyaşlarımla kanıma karıştı, sonra tekrar yanaklarımdan süzülüp hayat buldular. Yolunu buldum, diye düşündüm. C.B’nin dediği gibi yazmaktan başka çarem yoktu ve ben parmak uçlarımdaki kanamayı ancak sözcüklerle durdurabilirdim. "Aynı parçayı tekrar çal", hatta durmadan çal" komutunu önceden verdiğim müzikçalarım, Tom Waits’i ısrarla çalmayı sürdürüyor,  elyazısına olanca gücümle bastırdığım parmak uçlarım çölün ortasındaki vaha gibi yazdıkça nefes almayı sürdürüyordu. Evet, yazmaktan başka çare yoktu.

28 Eylül, 395

20 Eylül, 2011

Gözleriydim Çocukların

Kaldırım kenarında
annesinin dizinde uyuyan
Yanık tenli ve üzgün saçlı çocuğun,
Kaldırım taşlarının üzerinde
annesinin dizlerine yatmış uyuyan
-Yalnızca başıyla birlikte gövdesinin yarısı annesinin dizindeydi oysaki-
İşte o yanık tenli yorgun çocuğun gözleriydim ben
Çok önceden, yüzyıllar öncesinden farkı yok gerçeklerimin
Medeniyet onların uydurması hala ve ısrarla
Ben,
Yüzyıllardır o kaldırımda
Annesinin dizinde uyuyan çocuğun
Gözleriydim
Medeniyet sokakların değildir hiçbir zaman
Ve sokaklarda büyüyen çocuklar
Bin yaşındadır nerden baksanız
Nerden baksanız
aynıdır
Bin yaşındaki üzgün saçlı
Yorgun çocuklar

17 Eylül, 2011

Muhtemelen haz, bağımlılıkların en can alıcı ve tehlikeli olanı. Bunu söyleyebilecek konumda olmak ise artık herşey için çok geç olduğunun ilk göstergesidir.

Zira çok geç,
Vazgeçmek için oldukça geç kalmışız
Oysa saatli bir bombayla karşılaştırılmak
Ne kadar da acı


03 Eylül, 2011

19th METU BRITISH NOVELISTS CONFERENCE


KAZUO ISHIGURO AND HIS WORK
Call for Papers
19th METU BRITISH NOVELISTS CONFERENCE
KAZUO ISHIGURO AND HIS WORK

To be held on 12th-13th December 2011
at
Middle East Technical University
Ankara, Turkey


We invite you to send your 250-word proposals for 20-minute papers
to

Deadline for proposals: 12 September 2011

For queries and further information contact



W.B Yeats: When You are Old

























When you are old and grey and full of sleep,
And nodding by the fire, take down this book,
And slowly read, and dream of the soft look
Your eyes had once, and of their shadows deep;

How many loved your moments of glad grace,
And loved your beauty with love false or true,
But one man loved the pilgrim soul in you,
And loved the sorrows of your changing face;

And bending down beside the glowing bars,
Murmur, a little sadly, how Love fled
And paced upon the mountains overhead
And hid his face amid a crowd of stars.

yaşlandığında, kırlaştığında saçların
ve uyuklar olduğunda hep
ve ateşle sınandığında
bu kitabı yeniden al ve yavaşça oku
o yumuşak bakışı düşle
gözlerinden süzülen bir keresinde
ve derin mi derin gölgelerini onun
kimbilir kaç kişi o ince o zarif anlarını sevdi senin
ve güzelliğini belki gerçek belki yalan
ama yalnız bir adam içindeki o göçebe ruhu sevdi
ve hercai yüzündeki kederi
çömelişini parlayan parmaklıkların ardında
mırıltılı, üzüntülü azıcık, nasıl yenildi aşk
yürüdü gitti ötesine ardına dağların
ve yüzü saklı hep
bir yıldız kümesinin ortasında

William Buttler Yeats
türkçesi: semih çelenk

Mavi Bir Şiir Kitabı

İçinden geçtim
Mavi bir şiir kitabının
Rüzgardan daha genç
Şimdiden daha gerçekti
Gün ışıdı
Gün ışıdı

31 Ağustos, 2011

Şiirle Büyür Ağaçlar



Şair doğmadım ben
Şair oldum da diyemem
Sözcükler armağan ediyorum dünyaya
Sözcükler ödünç alıp hayattan
İşin aslına bakarsanız
Bir şiir kadar özgür olamadım
Şimdiye değin
Şiirler kanatlarıdır şairlerin oysaki
Sözcükler
bana uçmayı öğretin
















23 Ağustos, 2011

Şairler ve şiirleri ölmez asla


Instantes/Anlar Jorge Luis Borges

Si pudiera vivir nuevamente mi vida,
en la próxima trataría de cometer más errores.
No intentaría ser tan perfecto, me relajaría más.
Sería más tonto de lo que he sido,
de hecho tomaría muy pocas cosas con seriedad.
Sería menos higiénico.
Correría más riesgos,
haría más viajes,
contemplaría más atardeceres,
subiría más montañas, nadaría más ríos.
Iría a más lugares adonde nunca he ido,
comería más helados y menos habas,
tendría más problemas reales y menos imaginarios.

Yo fui una de esas personas que vivió sensata
y prolíficamente cada minuto de su vida;
claro que tuve momentos de alegría.
Pero si pudiera volver atrás trataría
de tener solamente buenos momentos.

Por si no lo saben, de eso está hecha la vida,
sólo de momentos; no te pierdas el ahora.

Yo era uno de esos que nunca
iban a ninguna parte sin un termómetro,
una bolsa de agua caliente,
un paraguas y un paracaídas;
si pudiera volver a vivir, viajaría más liviano.

Si pudiera volver a vivir
comenzaría a andar descalzo a principios
de la primavera
y seguiría descalzo hasta concluir el otoño.
Daría más vueltas en calesita,
contemplaría más amaneceres,
y jugaría con más niños,
si tuviera otra vez vida por delante.

Pero ya ven, tengo 85 años...
y sé que me estoy muriendo.

J.L.Borges

Eğer, yeniden başlayabilseydim yaşamaya,
İkincisinde, daha çok hata yapardım.
Kusursuz olmaya çalışmaz, sırtüstü yatardım.
Neşeli olurdum, ilkinde olmadığım kadar,
Çok az şeyi
Ciddiyetle yapardım.
Temizlik sorun bile olmazdı asla.
Daha çok riske girerdim.
Seyahat ederdim daha fazla.
Daha çok güneş doğuşu izler,
Daha çok dağa tırmanır, daha çok nehirde yüzerdim.
Görmediğim bir çok yere giderdim.
Dondurma yerdim doyasıya ve daha az bezelye.
Gerçek sorunlarım olurdu hayali olanların yerine.
Yaşamın her anını gerçek ve verimli kılan insanlardandım ben.
Yeniden başlayabilseydim eğer, yalnız mutlu anlarım olurdu.
Farkında mısınız bilmem. Yaşam budur zaten.
Anlar, sadece anlar. Siz de anı yaşayın.
Hiçbir yere yanında termometre, su, şemsiye ve paraşüt almadan,
Gitmeyen insanlardandım ben.
Yeniden başlayabilseydim eğer, hiçbir şey taşımazdım.
Eğer yeniden başlayabilseydim,
İlkbaharda pabuçlarımı fırlatır atardım.
Ve sonbahar bitene kadar yürürdüm çıplak ayaklarla.
Bilinmeyen yollar keşfeder, güneşin tadına varır,
Çocuklarla oynardım, bir şansım olsaydı eğer.
Ama işte 85'indeyim ve biliyorum...
ÖLÜYORUM...


16 Ağustos, 2011

Crazy Boy Hansım Boy

Bugün ilk rakımı içtim,
Şiirlerden geçtim, birkaç kez seni düşündüm
Bugün ilk rakımı içtim
Buluşmaya şiirsiz gittim,
Eve ekmek yerine şiir getirdim,
Bugün eve ekmek yerine
Bir şiir kitabıyla geldim

Bugün eve ekmek yerine şiir getirdim
Seni bulmak zor, sözcükler kadar zor

Bugün ilk rakımı içtim, üstüne biraz şiir okudum
Şiirli buluşmaya şiirsiz gittim
Eve şiir götürdüm torbamda

Ne kadar imkansızsa seni bulmak
Bu güzel ülkede insan olmak o kadar zor
Gri bir çöp kutusuna yazılan yazı kadar zor
Büyük beyaz harflerle yazılan bir yazı kadar güzel
CRAZY BOY HANSIM BOY
Bu ülkede yaşamak işte bu yüzden güzel
Bu yüzden zor

Bu gün buluşmaya şiirşiz gittim
Şiirin, senin ve o çocukların hatırına
İlk rakımı içtim
Memleketi düşündüm, seni düşündüm
Geceye masal anlattım,
Sabaha şiir yazdım
Çöp kutusuna yazı yazan çocukları düşündüm

Bir de
Mayıstı, (*)
seni o yüzden bağışladım(*)

Mayıs 2008,

15 Ağustos, 2011

Çocuk


Bir çocuğun ağlama sesinden
seken taştır
Canımızı yakan
Unuttuğumuz
ya da
kendi ellerimizle terkettiğimiz
Çocukluğumuzdur
kimi zaman

Dönüşüm



Çok sensiz bir yazın ortasında
Kışı özlemek gibisin artık
Hem, yazlar gelip geçiyor da
Bu sensizlik niye?
Dönüştüm,
Sana dönüştüm günbegün
O yüzden kimsesizliğim
O yüzden

08 Ağustos, 2011

Ben Edip Cansever Nasılım?
















MENDİLİMDE KAN SESLERİ

Her yere yetişilir
Hiçbir şeye geç kalınmaz ama
Çocuğum beni bağışla
Ahmet Abi sen de bağışla Boynu bükük duruyorsam eğer
İçimden öyle geldiği için değil
Ama hiç değil
Ah güzel Ahmet abim benim
İnsan yaşadığı yere benzer
O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer
Suyunda yüzen balığa
Toprağını iten çiçeğe
Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine
Konyanın beyaz
Antebin kırmızı düzlüğüne benzer
Göğüne benzer ki gözyaşları mavidir
Denize benzer ki dalgalıdır bakışları
Evlerine, sokaklarına, köşebaşlarına
Öylesine benzer ki
Ve avlularına
(Bir kuyu halkasıyla sıkıştırılmıştır kalbi)
Ve sözlerine
(Yani bir cep aynası alım-satımına belki)
Ve bir gün birinin adres sormasına benzer
Sorarken sorarken üzünçlü bir görüntüsüne
Camcının cam kesmesine, dülgerin rende tutmasına
Öyle bir cıgara yakımına, birinin gazoz açmasına
Minibüslerine, gecekondularına
Hasretine, yalanına benzer
Anısı işsizliktir
Acısı bilincidir
Bıçağı gözyaşlarıdır kurumakta olan
Gülemiyorsun ya, gülmek
Bir halk gülüyorsa gülmektir
Ne kadar benziyoruz Türkiye'ye Ahmet Abi.
Bir güzel kadeh tutuşun vardı eskiden
Dirseğin iskemleye dayalı
-- Bir vakitler gökyüzüne dayalı, derdim ben --
Cıgara paketinde yazılar resimler
Resimler: cezaevleri
Resimler: özlem
Resimler: eskidenberi
Ve bir kaşın yukarı kalkık
Sevmen acele
Dostluğun çabuk
Bakıyorum da simdi
O kadeh bir küfür gibi duruyor elinde.
Ve zaman dediğimiz nedir ki Ahmet Abi
Biz eskiden seninle
İstasyonları dolaşırdık bir bir
O zamanlar Malatya kokardı istasyonlar
Nazilli kokardı
Ve yağmurdan ıslandıkça Edirne postası
Kıl gibi ince İstanbul yağmurunun altında
Esmer bir kadın sevmiş gibi olurdun sen
Kadının ütülü patiskalardan bir teni
Upuzun boynu
Kirpikleri
Ve sana Ahmet Abi
uzaktan uzaktan domates peynir keserdi sanki
Sofranı kurardı
Elini bir suya koyar gibi kalbinden akana koyardı
Cezaevlerine düşsen cıgaranı getirirdi
Çocuklar doğururdu
Ve o çocukların dünyayı düzeltecek ellerini işlerdi bir dantel gibi
O çocuklar büyüyecek
O çocuklar büyüyecek
O çocuklar...
Bilmezlikten gelme Ahmet Abi
Umudu dürt
Umutsuzluğu yatıştır
Diyeceğim şu ki
Yok olan bir şeylere benzerdi o zaman trenler
Oysa o kadar kullanışlı ki şimdi
Hayalsiz yaşıyoruz nerdeyse
Çocuklar, kadınlar, erkekler
Trenler tıklım tıklım
Trenler cepheye giden trenler gibi
İşçiler
Almanya yolcusu işçiler
Kadınlar
Kimi yolcu, kimi gurbet bekçisi
Ellerinde bavullar, fileler
Kolonyalar, su şişeleri, paketler
Onlar ki, hepsi
Bir tutsak ağaç gibi yanlış yerlere büyüyenler
Ah güzel Ahmet Abim benim
Gördün mü bak
Dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar
Ve dağılmış pazar yerlerine memleket
Gelmiyor içimden hüzünlenmek bile
Gelse de
Öyle sürekli değil
Bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün
O kadar çabuk
O kadar kısa
İşte o kadar.
Ahmet Abi, güzelim, bir mendil niye kanar
Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar
Mendilimde kan sesleri.

Edip Cansever


08 Mayıs, 2011

Schrödinger'in kedisi



Zaman ve mekanın sanatsal karşılığı olmalı
Işınlanmak

Mayıs



Mayıs'ın biriydi yıllar önce
Ve Mayıs'ın biri şimdi
Affetme ayının ilk günü
Ki affedilmiştir
Örnegin sokaklar ve insanlar
Bin yaşında adamlar gördüm
Mayısa yaslanmış
Duvarsız evlerden çıkıp gittiler öylece
Sokakların dilidir yollar,
Konuşurlar yürüyorken belki de kimi zaman
Kimbilir kac sokak var bu şehirde dilsiz
Dilsiz ve dikensiz
Güller ki rengini başka gullere vermiş
Sebepsiz yagmur havaları
Bulutların sesi yok
Dokunsan aslını inkar edecek gerçekler
Dokunsam uyanır kuşlar bin yıllık uykusundan
Düş biter, düşe uyanırız belki de
Ve kuşların düşüyse bizim gerçegimiz
Kim aslını inkar edebilir
Dokunabiliyorsa düşlere örnegin
Hangisi gerçek;
Sokaklar mı, düşler mi yoksa
Mayısın biriydi yıllar önce
Mayıs'ın biri şimdi
Çok önceydi sanki
Çok uzak belki de bugün geçmişe
Sokaklar mı gerçekti
Kuşlar mı yoksa

Published with Blogger-droid v1.6.8

22 Nisan, 2011

Edip Cansever'in bu şiiri fotoğraf albümlerime bakmak gibidir benim için

YAŞ DEĞİŞTİRME TÖRENİNE YETİŞEN ÖYLE BİR ŞİİR

Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç
Yağmurlar altında gördüm, kadeh tutarken gördüm de
Bir kıyıya bakarken, bakarkenki ağlayan yüzünle
Ve yarışırsa ancak Monet´nin
Kadınlarına yaraşan giysilerinle
Gördüm de
Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç.

Öyle kısaydı ki adımların, diyelim bir yaz tatilinde
Bir otel kapısının önünde, tahta bir köprünün üstünde
Bir demet çiçekle paslanmış bir kedi arasında
Öyle kısaydı ki adımların
Şöyle bir bardak yıkayışının vaktiyle
Ölçülür ve denk düşerdi ancak
Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç.

Yok bir yanıtın "nereye" diyenlere
Bir buz titreşimi gibi sallantılı ve şaşkın
Ve çabuk bir merhaban vardır bir yerden gelenlere
O bir yerler ki, diyelim çok uzak olsun
Sen gelmiş gibisindir oralardan, otobüslerden
Yollardan, deniz üstlerinden topladığın gülüşlerle
Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç.

Seni görünce dünyayı dolaşıyor insan sanki
Hani Etiler´den Hisar´a insek bile
Bir küçük yaşındasın, boyanmış taranmışsın
Çok yaşında her zamanki çocuksun gene
Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç.

Mart ayında patlıcan, ağustosta karnıbahar
Mutfağın mutfak olalı böyle
Bir adın vardı senin, Tomris Uyar´dı
Adını yenile bu yıl, ama bak Tomris Uyar olsun gene
Ben bu kış öyle üşüdüm ki sorma
Oysa güneş pek batmadı senin evinde
Söyle
Ben seni uzun bir yolda yürürken gördüm müydü hiç.

Edip Cansever

Çığlık ya da Somewhere out there


Bir çığlık duyarsınız kimi zaman,çok uzaklardan gelir. Ama yakındır sanki bir o kadar. Uzatırsınız elinizi, oysa ne düş ne de gerçektir.

Çığlığı başkaları duymasa da bilirsiniz ordadır, çünkü siz inanırsınız ona...Çığlığın varlığına

01 Nisan, 2011

Bir İntihar

Odaya girdiğimde kendini sözcüklerden yaptığı halatla asmıştı. Hızla sözcükleri gevşettim. Kucağıma yığıldı. Kucağıma yığıldığında hala nefes alıyordu. Sözcükler odanın içine dağıldı. Kucağımda incecik bedeni hareketsiz öylece duruyordu. Günlerdir ondan haber alamıyordum. En sonunda evine gitmeye karar vermiştim. Bir dönem onda kaldığım için hala anahtarının biri bende duruyordu. Kapıyı açıp girdim. Kapıyı açıp…

Güneş batmak üzereydi. Nefes alıyordu ama kendinde değildi. Usulca yere bıraktım. Ambulans mı çağırmalıydım? İşaret parmağımla atardamarını kontrol ettim. Nabzı atıyordu. Odanın içindeki sözcükler benim de nefes almamı zorlaştırıyordu. Mutfağa gidip gaz ocağını kontrol ettim. Ölümünü kesinleştirmek için ocağı açık bırakmıştı. Serbest kalan sözcükler tehlikelidir her zaman. Ocağı kapattım. Pencereleri açtım. Sözcüklerin bir kısmı pencereden yol bulup boşluğa bıraktılar kendilerini. Odaya döndüm. Hala baygındı. Bütün pencereleri açtım.

Onu bu yola sürükleyen şeyi bulmak için odaya bir göz attım. Herşey yerli yerindeydi. Eskiden olduğu gibi. Onu bıraktığım günkü gibi. Her zaman düzenli olmuştur. Eşyaları ait oldukları yerden ayırdığında eşyaların mutsuz olacağına ve bunun da ona yansıyacağına inanırdı hep. Eskiciden beraber alıp kendi ellerimizle beyaza boyadığımız bir masa, iki sandalye-onlar da beyaza boyanmıştı- bir koltuk ve bir kütüphane. Salonun bir duvarı boydan boya kitap ve CD doluydu. O kitaplığı yapmak için, artık tek tük kalmış marangozları dolaşıp
artık tahta parçaları toplamıştık. Sonra onları da boyayıp duvara çakmıştık tek tek ve özenle.
Kitaplığa baktım, bütün kitaplar yerli yerinde, yazara ve isimlerine göre sıralıydı. Bir tane bile eksik yoktu. Öyleyse sözcükler, onu intihara sürükleyen sözcükler nereden gelmişti?

Güneş batmış, hava kararmaya başlamıştı. Mutfaktan bir bardak su alıp solgun yüzünü elime aldığım suyla sildim. Uyuyor gibiydi, yüzünde mutlu bir gülümseme yoktu. Mutsuzdu. Ama çok güzeldi, o her zaman çok güzeldi. Suyun kalanıyla saçlarını ıslattım. Bileklerini ovdum - bunu televizyonda biryerde görmüştüm- Solgun bedenini kucağıma alıp koltuğa bıraktım. Onu bıraktığım gün kadar güzeldi. Şimdi solgun görünen yanakları, her zaman bir kız çocuğu gibi pembeydi. Gözlerini görürdüm ona ilk baktığımda. Gözleri yüzüne göre çok büyüktü.(*) Gözleri sözcüklere sığmayacak kadar güzel ve büyüktü.

Biraz daha kilo vermişti sanki, son zamanlarda biraz sıkıntılı olduğunu duymuştum. Arada sırada telefonda konuşurduk. Bir ajansa metin yazarı olarak kabul edildiğini, bir dergide de editörlük yaptığını, yavaş yavaş kendini toparladığını anlatmıştı son görüşmemizde. Onu terketmeme rağmen beni affetmişti. Oysa ben hala kendimi affetmemiştim.

Gözleri her zaman sözcüklere sığmayacak kadar kadar güzel ve büyüktü. Olduğum yerde, elim kolum bağlı, sadece onu izliyordum. Gözleri yarı açıldı.

- İyi misin? Neden yaptın bunu?

Kurumuş dudaklarını zorla araladı.
- Bilmiyorum. Yaşıyor muyum hala?

Mutfaktan bir bardak su getirdim. Başını elimle arkadan destekleyip hafifçe başını kaldırdım. Dudaklarını ıslatacak kadar su içti. Başını bıraktım.

- Evet.

- Sözcükler nerde?

- Bıraktım hepsini. Neden sana zarar vermelerine izin verdin? Hala aklım almıyor.

- Böyle olacağını tahmin etmemiştim. Yani yaşamayı. Uyumak istiyorum.

Olduğu yerde kıvrılıp anne karnında duruş pozisyonu aldı. Başını kollarının arasına aldı.

Ne yapacağımı bilemedim. Öylece kalakaldım. Üşümeye başlamıştım. Pencerelerin açık unuttuğumu farkedince önce odayı ve mutfağı kontrol ettim. Bütün sözcükler uçup gitmişti.Pencerelerin hepsini kapattım. Tavandan aşağı asılı duran ipi yerinden çıkardım. Halatın bazı yerleri parçalanmıştı. Bazı sözcüklerin arasındaki boşluklar dikkatimi çekti. Eksik sözcükler tavana asılı kalmıştı. Onları toplamak için sandalyelerden birini çektim.

Kapı çaldı, açmadım. Sözcükleri bir bir toplamaya başladım.

“Ben senin aklındayım. Hangimiz daha gerçek? Sözcükler mi, ben mi? “

Kapı tekrar çaldı, açmadım. Sonra bir anahtar çevirme sesi. Koltuğa doğru yaklaştım. Onu son bir kez kokladım. Yanağından öptüm. Gözlerine son bir kez baktım.

Gözlerine dokundum. Kapı açıldı.

En yakınımdaki pencereyi açtım. Kendimi boşluğa bıraktım. Sözcükler hala avucumdaydı.

Temmuz 9-10, 2008

Başlıksız

Bazı sözcükler diğerlerini gizler

W. Shakespeare

21 Mart, 2011

Deniz Aşırı


Üzgün mavi gözlerinde güneş açsa bilirdim
Bilirdim güneş açan maviyi
Açık deniz gibi örneğin
Güneşle dost
Gözlerini uzaklara diker
Çok uzaklara giderdi: Danimarka’ya örneğin
Denizleri aşardı da
Bilmezdik
Kimbilir
Gözlerinde ne gemiler yakardı
Her gün beklediğimiz durakta
Önümüzden geçen
Mavi gözleri hüzün yüklü
gençten kadın
21 Mart

17 Mart, 2011

Fotoğraflar ve Çerçeveler



Dünyanın neresinde ve kim olursanız olun ya da Japonya gibi dünyanın en önde gelen teknolojilerine, dijital buluşlarına sahip olun, bir çerçeve ve bir fotoğrafa ihtiyacınız vardır. Sizi yaşama bağlayan aileniz, yakınlarınız ve sevdiklerinizin fotoğraflarını bir çerçevenin içine koyup evinizin bir köşesinde – belki de en görünür köşesinde- tutarak ondan güç almaya ihtiyacınız vardır. O çerçeve, fotoğraftaki insanları birarada tutar sanki. O fotoğraf, evin ofisinizin, odanızın, salonunuzun bir köşesinde durdukça bilirsiniz ki o aile biraradadır. Fiziksel olarak olmasa da ruhlar biraradadır. Japonya’daki 8.9’luk depremin ardından bizim sadece bir filmi ya da fotoğraf gösterimini izler gibi izlediğimiz korkunç depremden dünyanın dörtbir yanına dağılan karelerden bir tanesindeki iki çerçeve, evin yıkıntıları arasındaki o iki çerçeve işte bunları anlatıyor bana. Arkada bir köpekle birlikte arama ekipleri yıkıntalar içinde çalışırken, kağıttan evler gibi, domino taşları gibi yerlebir olup artık sadece bir moloz ve tahta yığınında ibaret evin, belki de artık hayatta olmayan, belki birkaçı yaşama tutunan aile fertlerinin birbirine herşeye ragmen o fotoğraflarda nasıl da sımsıkı sarıldığını görebilirsiniz.

İşte o yüzden dünyanın neresinde ya da kim olursanız olun, hangi teknolojiye sahip olursanız olun, dijital bir makinayla bile çekmiş olsanız, sevdiklerinize ait fotoğrafları bir çerçeveye özenle yerleştirip onu evinizin, işyerinizin en görünür köşesinde tutmaya, herşeye rağmen ayakta kalmaya, sarılmaya, onlardan güç almaya ihtiyacınız vardır.

18 Mart 2011,

16 Mart, 2011

Bütün Duraklara Şairlerin Adı Konmalı

Yaşamak geliyor mu içinden
Dolu dolu ve deli dolu belki kimi zaman
Yaşamak geliyor mu içinden
Güneşli bir Cuma durağında

Sonra birden;
Bütün duraklara şairlerin adı konmalı diyor
Bütün duraklara
Örneğin, Turgut Uyar durağında inmeliyim bir gün
“Göğe Bakma Durağını” geçiriyorken aklımdan
Ya da ne bileyim ben
Pablo Neruda veya Nazım Hikmet duraklarından birine sığınmalıyım
Başka bir gün,
sağanak yağmur altında - ıslanmaktan korkmadığım halde-

- Oysa ıslanmaktan korkmadım ki ben çocukluğumdaki kadar-

Edip Cansever durağı mı dediniz
Her şehirde en az bir olmalı örneğin
Cemal Süreya, o da
Ahmet Hamdi, Ahmet Haşim
Ya da Boudelaire, Rimbaud hatta,
Ve adı tahtaya yazılmayan bütün şairler
Bütün duraklar şiir olmalı, şiir kokmalı buram buram
Ve beklediğimiz her durak,
Şimdi karşımda duran endişeli gözleriyle
Yanındaki adamı dinleyen kızın endişesi gibi
Bir endişeyi dağıtmalı
- Ki kızın gözleri yaşamaktı,
Yaşamaktı uzun uzadıya -
Endişeli bir yaşamaktı kızın gözleri
Mutsuz bir gencadama bakıyorum Murathan Mungan durağında
Yüzü darmadağın, yüzü her yerde
Oysa nasıl da benziyor sana
- Küçük Park durağının adını değiştirmeyelim
Göbek adı olsun bir şairin adı
İncecik bir kız geçiyor yanımdan, dal gibi
Dal gibi kırılgan, dal gibi narin
Biliyor musun
son durağı yok şairlerin
Gözlerindeki endişeyi yanında taşıyan kız geliyor aklıma
Ve başına cama yaslamış o mutsuz genç adam
Sana benzeyen
Atilla İlhan durağında iniyorum
Ağustos Çıkmazı dilimin ucunda

10.10.10

Bir Blog Neden Güncellenmez Ki?



Blog yazarı bir dost, arkadaş Emre Sururi sormuş geçenlerde bana bu soruyu blogunda, çok düşündüm ve birkaç bahane buldum kendimce:

1-Tembellik ki kesinlikle telafisi yok, olmamalı
2-Zamansızlık, bunu da şu anda sabahın 4.12'sinde yazdığıma göre kötü bir bahane olarak nitelendirebiliriz.
3-Okunma konusundaki inançsızlık ki bu da kötü bir gerekçe zira bunu göze alarak başlanmamış mıydı blogu yazmaya?
4-Yasaklar, daha çok yeni bu en kötüsü bahanelerin.
4-Hiçbiri ya da hepsi ne farkeder, söz uçar yazı kalır.

Yazmaya devam, okunmasa da...

15 Mart, 2011

In Memoriam



Bir Zamanlar eski bir kitapçıda bulup aldığım ve kitaplıkta biryere koyuverdiğim Oscar Wilde'ın De Profundis'i geçti elime geçen gün. Farkettim ki 1948 baskısı kitap(muhtemelen ilk baskı), Andre Gide'in Oscar Wilde ile anıları anlattığı "In Memoriam" dahil edilerek basılmış. Bir bölümüne ulaşabildiğim anılarda Wilde'ın Andre Gide'e anlattığı hikayeler ilgi çekici. Buyurunuz....

Bu arada Oscar Wilde fotoğrafı ararken farkettim ki ne kadar çok fotoğraf çektirmeyi severmiş kendileri! Oscar Wilde'ın iki oğlundan Cyrill Holland'ın biri savaşta öldüğü yazıyor kayıtlarda. Diğer oğlu Vyvian'ın soyundan gelenlerse Merlin Holland ve oğlu Lucian Holland. Merlin Holland büyükbüyükbabasının yolunda gitmiş olsa da Lucian bilgisayar okumuş. Şimdi Oscar Wilde anısına In Memoriam'dan bir bölüm:


THOSE WHO CAME INTO CONTACT WITH WILDE ONLY toward the end of his life have a poor notion, from the weakened and broken being whom the prison returned to us, of the prodigious being he was at first. It was in '91 that I met him for the first time.Wilde had at the time what Thackeray calls "the chief gift of great men": success. His gesture, his look triumphed. His success was so certain that it seemed that it preceded Wilde and that all he needed do was go forward to meet it. His books astonished, charmed. His plays were to be the talk of London. He was rich; he was tall; he was handsome; laden with good fortune and honors. Some compared him to an Asiatic Bacchus; others to some Roman emperor; others to Apollo himself and the fact is that he was radiant.

At Paris, no sooner did he arrive, than his name ran from mouth to mouth; a few absurd anecdotes were related about him: Wilde was still only the man who smoked gold-tipped cigarettes and who walked about in the streets with a sunflower in his hand. For, Wilde, clever at duping the makers of worldly celebrity, knew how to project, beyond his real character, an amusing phantom which he played most spiritedly.

I heard him spoken of at the home of Mallarmé: he was portrayed as a brilliant talker, and I wished to know him, though I had no hope of managing to do so. A happy chance, or rather a friend, to whom I had told my desire, served me. Wilde was invited to dinner. It was at the restaurant. There were four of us, but Wilde was the only one who talked.

Wilde did not converse: he narrated. Throughout almost the whole of the meal, he did not stop narrating. He narrated gently, slowly; his very voice was wonderful. He knew French admirably, but he pretended to hunt about a bit for the words which he wanted to keep waiting. He had almost no accent, or at least only such as it pleased him to retain and which might give the words a sometimes new and strange aspect. He was fond of pronouncing skepticisme for "scepticisme" . . . ,

1
The tales which he kept telling us all through the evening were confused and not of his best; Wilde was uncertain of us and was testing us. Of his wisdom or
indeed of his folly, he uttered only what he believed his hearer would relish; he served each, according to his appetite, his taste; those who expected noth-
ing of him had nothing, or just a bit of light froth; and as his first concern was to amuse, many of those who thought they knew him knew only the jester in him.

When the meal was over, we left. As my two friends were walking together, Wilde took me aside: "You listen with your eyes," he said to me rather abruptly. "That's why I'm going to tell you this story: When Narcissus died, the flowers of the field asked the river for some drops of water to weep for him. 'Oh!' answered the river, 'if all my drops of water were tears, I should not have enough to weep for Narcissus myself. I loved him!' 'Oh!' replied the flowers of the field, 'how could you not have loved Narcissus? He was beautiful.' 'Was he beautiful?' said the river. 'And who could know better than you? Each day, leaning over your bank, he beheld his beauty in your water . . .'"

Wilde paused for a moment . . .

"'If I loved him,' replied the river, "it was because, when he leaned over my water, I saw the reflection of my waters in his eyes.'" Then Wilde, swelling up with a strange burst of laughter, added, "That's called The Disciple."

We had arrived at his door and left him. He invited me to see him again. That year and the following year I saw him often and everywhere.

Before others, as I have said, Wilde wore a showy mask, designed to astonish, amuse, or, at times, exasperate. He never listened, and paid scant heed to ideas as soon as they were no longer his own. As soon as he ceased to shine all by himself, he effaced himself. After that, he was himself again only when one was once more alone with him.

But no sooner alone he would begin:

"What have you done since yesterday?"

And as my life at that time flowed along rather smoothly, the account that I might give of it offered no interest. I would docilely repeat trivial facts, noting, as I spoke, that Wilde's brow would darken.

"Is that really what you've done?"

"Yes," I would answer.

"And what you say is true!"

"Yes, quite true."

"But then why repeat it? You do see that it's not at all interesting. Understand that there are two worlds: the one that is without one's speaking about it; it's called the real world because there's no need to talk about it in order to see it. And the other is the world of art; that's the one which has to be talked about because it would not exist otherwise.

"There was once a man who was beloved in his village because he would tell stories. Every morning he left the village and in the evening when he returned, all the village workmen, after having drudged all day long, would gather about him and say, 'Come! Tell us! What did you see today?' He would tell: 'I saw a faun in the forest playing a flute, to whose music a troop of woodland creatures were dancing around.''Tell us more; what did you see?' said the men. 'When I came to the seashore, I saw three mermaids, at the edge of the waves, combing their green hair with a golden comb.' And the men loved him because he told them stories.

"One morning, as every morning, he left his village--but when he came to the seashore, lo! he beheld three mermaids combing their green hair with a golden comb. And as he continued his walk, he saw, as he came near the woods, a faun playing
the flute to a troop of woodland creatures. That evening, when he came back to his village and was asked, as on other evenings, 'Come! Tell us! What did you see?' he answered, 'I saw nothing.'"

Wilde paused for some moments, let the effect of the tale work its way in me, and then resumed, I don't like your lips; they're straight, like those of someone who has never lied. I want to teach you to lie, so that your lips may become beautiful and twisted like those of an antique mask.

"Do you know what makes the work of art and what makes the work of nature? Do you know what makes them different? For, after all, the flower of the narcissus is as beautiful as a work of art--and what distinguishes them can not be beauty. Do you
know what distinguishes them?--The work of art is always unique. Nature, which makes nothing durable, always repeats itself so that nothing which it makes may be lost. There are many narcissus flowers; that's why each one can live only a day.
And each time that nature invents a new form, she at once repeats it. A sea-monster in a sea knows that in another sea is another sea-monster, his like. When
God creates a Nero, a Borgia or a Napoleon in history, he puts another one elsewhere; this one is not known, it little matters; the important thing is that
one succeed; for God invents man, and man invents the work of art.

"Yes, I know . . . one day there was a great uneasiness on earth, as if nature were at last going to create something unique, something truly unique--and Christ was born on earth. Yes, I know . . . but listen:
......
.......

27 Şubat, 2011

Mavi

Deniz gibi mavi bir düş
Gerçek olmayacak kadar uçsuz bucaksız
Published with Blogger-droid v1.6.7